Talebeyiz Biz Topluluğu “talebe” kelimesinin kökünden de gelen “talep edenler”, “talip olanlar” anlamına da bir referansla sadece öğrenmeyi değil, duyulmayı ve genç öğrenciler olarak eğitim anlayışımıza yerleşmiş olan mükemmeliyetçiliği ve tektipliliği öne çıkaran sistemin gençlerin ruhlarını ve umutlarını nasıl kısıtladığını sanat yoluyla görünür kılmayı hedefleyen bir topluluk. Gençlere bu yollarında eşlik eden yetişkinler de eşitlikçi ve adil bir eğitim sistemi talep etmeye devam eden meraklı öğrenciler ve eğitmenler. Topluluğun 2022 yılında açtığı “Silgi” başlıklı sergi ilkokul sıralarından başlayan ve gençleri üniversite yıllarında bile rahat bırakmayan bir fenomenle karşılaştırdı sergiyi gezenleri: hata yapmaya karşı sıfır tolerans. Bir kelimeyi hatalı yazarsın, silersin, tekrar yazarsın, bu arada bir sonraki bilgiyi kaçırırsın, durursun, yine tekrara geçersin… Bir de bakmışsın bu yorucu zincirleme davranış pratiği kendini silmeye, beğenmediklerini tahammülsüzce dışlamaya ve kendi en parlak haline ulaşamama ile sonuçlanmış. Bu sergiyi gezme fırsatı bulanlar gençlerin sadece kendilerini ifade edebilme yetisine tanıklık etmediler; liseli gençlerle üniversiteli gençlerin buluşup bir arada üretme ve ortaya çıkardıkları eserlerle silinmeye ve silik kalmaya karşı renklerle, mizahla, form çeşitliliğiyle cevap verme deneyiminin geri planındaki dayanışma hikâyelerini de dinleme fırsatı buldular. Her bir eser söze dökülemeyeni en içten ve yüksek bir tonla sergi mekânına döküyordu.
Topluluğun ikinci sergiye hazırlandığını duyduğumda çok heyecanlandım. Gençlerin şimdi nasıl bir konunun peşinden gideceklerini merak ediyordum. Şubat ayında yaşadığımız deprem felaketinden sonra tüm projenin akışı değişti. İstanbullu gençler depremden etkilenmiş gençlere bir şekilde ulaşmak istiyorlardı. Deprem bölgesinden gelen haberlerden gençlerin ihtiyaçlarının öncelikli olmadığını duymak yeni adım attıkları projenin başlığını da şekillendirdi: “Gençler de var!” Evet, gençler de vardır, hem de bir ünlemle. İki kuşak arasında sıkışmış dışlayıcı sıfat çerçeveleri arasına yerleştirilmiş gençlerin duyulmaya, görülmeye, desteklenmeye ihtiyacı olduğu inancıyla yola çıkan gençler ürettikleri sanat eserleri üzerinden deprem bölgesindeki gençlere de bir kaynak yaratmayı hayâl etmeye başladılar. Bir araya gelip yeniden sanatsal üretimi merkezlerine alıp bir tür “imge fırtınası” yaptılar. “Dayanışma için sanat” ve “dayanışarak sanat” ne demek yeniden birlikte deneyimlediler. Ürettikleri sanat eserleri izleyicilerle Ağustos ayında DEPO İstanbul’un sergi salonunda buluştu. Yine çok çarpıcıydı, yine kalplere değiyordu- hem de gümbür gümbür, yüksek bir titreşimle.
Sergilenen eserleri birbirlerine de dokunan dört başlık altında incelemek belki de gençlerin çağrısını daha iyi anlayabilmemiz için bir fırsat yaratır. Bu yazıda genç olmanın getirdiği yükler kadar, genç kadın olmanın yüklerini, doğadan uzak sıkışık şehirlerde yaşamın getirdiği yükler ve tüm bu yüklere rağmen umut edebilmenin olasılıkları üzerinden yirmi dört genç sanatçının eserlerini kelimelerle incelemeye doğru bir adım atmaya çalıştım. Bu güçlü imgeleri kelimelere sığdırmak imkansıza yakın bir deneyim benim için. İmgelerin çağrışımıyla sergiyi gezemeyenlere küçük bir tur olarak da düşünebiliriz belki bu yazıyı.
Genç olmanın yükleri
Gençlerin değersizleştirilmeleri, “idare edilecek varlıklar” olarak görülmeleri, kendileri için heyecan ve umut yeşertecek alanların gitgide ufalan bir dünyada kendilerine yer edinmelerini zorlaştırıyor. Sanatla nefes almanın ve umudu genişletmenin yollarını arıyorlar. Görünür olma ve sanat ve dayanışma yoluyla bir iz bırakma hevesi de onlara eşlik ediyor.
Azra Çiğdem “Gençliğim harcanıyor, bunu ben yaptım diyebilmek, başladığı işi bitirebilmek” istediğini ifade ediyor. “Lütfen Kapıyı Kapatmayın” eseriyle gençleri farklı şekillerde sınırlayarak ruhlarının potansiyelini daraltan her türlü müdahaleye karşı durduğunu ifade ediyor. Delfin Özel ise Türkiye’de okumanın gençleri bir yerlere vardırmadığından yakınıyor. Eseri “Değişken Hayat”ta, her türlü zorluğa uyum sağlamanın yanı sıra gençlerin olanı nasıl dönüştüreceklerine dair sorumluluklarını hatırlatıyor. Cemre Samur “gençliğe kulak vermeyenler akla, bilime, mantığa da kulak vermez.” diyor. Ne kadar haklı bu ifadeler. Yetişkinler ürettiklerinin ve tükettiklerinin sonraki nesillere nasıl aktarıldığının bilincinde değilse, dünya daha iyi yaşanacak bir yer haline nasıl gelir? Nisanur Özkan da yetişkinler dünyasının baskıcı ve gençleri ciddiye almayan kısıtlı bakış açısına iki elinde iki siyah kartal tutan ve hayatındaki çatlakları kintsugi yaklaşımıyla tamir etmiş güçlü bir genç kadın resmiyle karşılık veriyor. Kadının kırmızı bluzu ve sağlam duruşu ‘karga-kadın’ın içinden taşan isyana renk veriyor.
Genç olma yolculuğunu bir salyangozun hayatına benzeten Simay Güneş, “Memento Mori” isimli eseriyle gençlerin doğru bildiği şeylerin yanlış olabileceği meselesine eğilerek ve karşılaşılan zorlukların gençlerin kırılganlıklarını nasıl da büyüttüğünü vurgulayarak her şeye rağmen sabır ve yavaşlıkla yola devam etmenin güzel sürprizlerle dolu olabileceğine dikkatimizi çekiyor. Fıtnat Zor’un “Anlar” isimli kolaj çalışması kendilerinden çok şey beklenin gençlerin yarım kalmış umutlarını, işlerini, hayâllerini bir araya getiren ve bütünleştiren bir çalışma. Kısacık zamanda yetişkin dünyasından genç ruhların içine yerleşen devasa beklentiler nasıl hayata geçebilir ki? Alara Zor ise bir varoluş sancısı olan kendinden kaçamama döngüsünün kuşaklar boyunca nasıl tekrarlandığına dikkat çekiyor. “Modern Dünya Mezarlığı” ismini verdiği tuval üzerine heykel çalışmasında beyaz alçıdan bir geri plandan uzanan bir el ile karşılaşıyoruz. Bir çağrıyı barındıran bu hareket Alara’nın şiirsel sözleriyle nasıl okunabilir diye düşündürüyor izleyeni: “doğ/ doğur / çalış / öl / kendinden kaçamadın”. Bu el yoksa bu kısıtlayıcı döngüden bir çıkış çağrısı mı?
Genç kadın olmanın getirdiği yükler
Bu ülkede kadın olarak var olmanın güçlüklerini gençler nasıl yaşıyor? Sokaktaki tekinsizlikten, iş hayatındaki eşitsizliklere, eğitim ortamındaki hiyerarşik yapıdan, aile içinde yüklenen rollere kadar uzanan zorluklar genç kadınların bedenlerine nasıl sirayet ediyor? Görünmez kılınan kadın bedenleri görünür olduklarında hangi şiddet türleriyle karşı karşıya kalıyor?
“Kırmızı Kadın” eserini üreten Berra Işıklı ile “Otoportre” eserini sergileyen Ceren Polat, genç kadınlar olarak içlerinde yaşadıkları eril toplumda kendilerinden beklenen dertlerini, iç dünyalarındaki çalkalanmaları görünmez kılma baskısına karşı adeta eserleriyle ve kırmızı rengin öfkesiyle haykırıyor. Kadının zarif bir kırılgan çiçekten fazlası olduğunu ifade eden Berra, ağzı olmayan, ancak mavi saçları, keskin gözü ve arkasındaki kırmızı renkten aldığı güçle sesini başka bir şekilde aktaran bir kadın figürünü temsil ediyor eserinde. Ceren ise kendisine geldiği gibi tuvale aktardığı iç dünyasından fırlayan, talep eden, bacakları birbirine dolanmış olsa da ellerini güçlü bir şekilde uzatan, etrafı tanıdık olan veya olmayan yaratıklarla çevrilmiş bir kadın figürünü sergiye taşırken eserinin bakması zor bir eser olabileceğinin farkında. Duyumsadıklarını olduğu gibi aktarma cesaretini de gösteren Ceren’in eseri izleyenlerin çoğunun içinde müthiş bir yankı buluyor.
Damla Sali “Çiçekler hep baki kalacak” eseriyle kaosu simgeleyen kırmızı renkli bir arka planın önüne saçlarından çiçekler fışkıran gözleri kapalı bir kadın portresi üzerinden içe dönüşe ve dinginliğe bir çağrı yapıyor. Aynı zamanda dansçı da olan Gamze Sena Balkan “Fer” eserinde kolaj tekniğiyle bir araya getirdiği yüzü olmayan, beden kısmını parçalanmış aynalarla kaplayarak içinde öfke ve korkuyla karışık bir yerden doğan ateşi taşıyor adeta. “Kimlik” ve “Umudun Savaşı” isimli eserlerinde Gamze Kartal “sanatın (…) yargılanma korkusundan insanı arındırdığına ve özgürleştirdiğine inanıyor”. “Kimlik” ve “Umudun Savaşı” isimli iki eserinde yüzleri olmayan iki kadını betimleyen Gamze, içinde çok canlı olan kimlik kargaşasını yansıtıyor. Bu karmaşayla yüzleşmek için tuvale aktardığı yüzleri görünmeyen iki kadın betimlemesi üzerinden korku ve öfkenin ötesinde bir varoluş arayışında olduğunu aktarıyor izleyiciye. Feyza Nur Koç ise evinin güvenli ortamının sınırlarını sinsice ve zerafetle delen bir duygunun imgesini paylaşıyor bu sergide. Eserin ismi yok ancak bir genç kadının bir ağacın üzerinde tünemiş bir kuşun çağrısına cevap veremeyecek kadar yorgun olduğunu hissediyoruz resmindeki kompozisyon üzerinden.
Hunharca büyüyen ve yok olan şehirlerde genç olmak
Genç olmak, hele pandemi süresinde eğitim almış olup deprem felaketi sonrasında da şehirde abluka içinde yaşamanın ne demek olduğunu hissederek büyümek sergide öne çıkan önemli temalardan biri. Çınar Ceyhan “Sıkışmışlık” ismini verdiği üç boyutlu heykelinde “nefes alamıyoruz” çağrısıyla izleyenin dikkatini çekiyor. Birbirinin üstüne binmiş, yaşamı her gün zorlaştıran binaların arasında büyürken, aynı sıkışmışlık duygusunu hiyerarşik okul ortamında ve kamusal hayatta yaşayan Çınar, bu ortamda umut edebilmeyi bir başarı olarak nitelendiriyor. Urfa’da doğup büyüyen ve ekolojik yaşam ve gıda konusunda çalışmalar yapan Hatice Kübra Yücel “klasik eğitimin gençleri içine hapsetmek istediği kalıptan bambaşka özgün bir benlik kurmak için” çabalıyor. “Çukur” ismini verdiği yerleştirmesinde düğümü ve karmaşası bol, kartondan bir İstanbul görüntüsünü sunuyor izleyenlere. Yedi tepeden oluşan bir şehirden ziyade, çukuru ve tuzakları bol bir şehir görüyoruz bu eserde. Sağlam bir zemine özlemi de vurgulayan Kübra, düğümleri çözebilmek için ihtiyaç olan tek şeyin gençlerin üzerine güvenle basabilecekleri bir zemin olduğunu belirtiyor.
İnanç “Dros” Tabay ise kalıplara girmeden bir arada üretim ortamının güzelliğini arıyor “Steel Lullaby- Çelik Ninni” isimli eserinde. İsminden de anlaşılacağı gibi birbirini var edebildiği kadar yok da edebilen karşıt kavramlar üzerinden bir eser sunuyor genç sanatçı. Sertlik ve yumuşaklık, kaos ve sakinlik bir denge içinde var olabilir mi, var olabildiğinde nasıl bir güzellik yakalanabilir sorusuyla bırakıyor bizleri Dros. Memleketi Hatay olan Rüveyda Ateş ise depremin ardından yaşadığı yıkım sonrasındaki parçalanmaları dijital kolaj tekniğiyle yaptığı sanat çalışmalarıyla bir araya getiriyor; hayata bu şekilde tutunuyor. “Ateş”, “Boşluk”, “Kadın” ve “Yelpaze” ismini verdiği eserlerinde yüksek bir hareket ve devinim göze çarpıyor. Kadın yüzü, bedeni ve elleri bu eserlere eşlik ediyor. Boşlukları, kayıpları öfkeyle doldurmak yerine sanatçı kimliğiyle gelen üretkenlikte ve döngüde iyileşme olasılıklarını arıyor.
Peki ya umut?
Sergideki tüm eserlerde umut kıvılcımları var. Bu eserlerin bir arada üretilmiş olmaları ve seyirciyle buluşabilmeleri de umudu yaşatan pratikler değil mi? Zor zamanlardan geçerken ve parlak bir gelecek hayâlini canlı tutmak zorlaşmışken genç sanatçılar eserlerine hakikati olduğu gibi yansıtarak nasıl sağlam bir zeminde kalabileceklerini sabırla birlikte araştırıyorlar.
Eylül Deniz Yıldız beyazlar giymiş, ellerini kendini korumakla, dur demek arasında bir pozisyonda tutmuş bir kadın figürünü betimlemiş “Umutla Baktığım Gökyüzü! Sanma ki Çiçek Bahçesindeyim…” ismini verdiği eserinde. Çiçekleri dökülmüş bir ağacın altında oturan bir kadının ayakları altında ve yanında üç kafatası duruyor. Biraz uzağına bırakılmış pembe çiçekler var. Ölüm çok yakın duruyor kadın figürüne. Korkmakla korkmamak arasında giden ve gelen bu bedensel duruşta endişeyle beklemek ve köklenememek hisleri geçiyor izleyene. Kadın figürünün, etrafında baskın olan ölüm enerjisine rağmen, durmakta devam etmesi ve sırtında bir ağaç figürünün olması sebatı çağrıştırıyor.
Edward Munch’un “Attraction In Landscape-Manzaradaki Çekim” tablosunun röprodüksiyonunu yapan Deniz Öztürk gençlerin anlaşılmadığını düşünmesine rağmen, Munch’un eserindeki iki gencin karşılaşmasını umut dolu bir gelecek vaadi olarak okuyabileceğimizi, resmin arka planındaki deniz ve kumsal referansı üzerinden gençleri iyi bir dünyanın beklediğini söylüyor. Bu karşılaşmada gelemeyen umudu sabırla bekleme motifi öne çıkıyor.
Şehir hayatından, kapitalist pratiklerin ve yalan haberlerin hüküm sürdüğü sanal dünyadan izleyiciyi çekip çıkaran Onur Eskimez, “Şehrin Dışında, Evrenin İçinde” eseriyle doğada yanan bir ateşin etrafında çember yapmış gençlerin bir imgesini hayâl ettiriyor bizlere. Şehir hayatında varlığı unutulan yıldızların altında, ateşin ve sessiz birlikteliğin getirdiği dinginlikle, gençlerin kendi hayâl dünyalarındaki gerçekliğe dönmeye bir çağrı gibi okunuyor bu eser. Umuda giden yol iç dünyaya gidilen bir yolculukla başlamaz mı?
6 Şubat depreminden etkilenenlerin yaşadığı çaresizliği ve enkaz altındaki ve üzerindeki mücadeleyi simgeleyen heykeliyle, izleyenleri iç dünyalarında farklı çağrışımlarla bırakan Yasemin Keçeciler, “Kaçış” ismini verdiği eserinde güçlü iki elin çatlakları açma yoluyla verdiği mücadeleyi anlatıyor. Büyük çatlağın yanındaki küçük yarıklar zorluklar içerisinde canlı olan umudun varlığını gösteriyor.
“Gözerimi” isimli eseriyle Şükriye Soyer bir kırma, bölme hareketini de taşıyor eseri üzerinden. Kadınların istihdam dünyasında karşılaştıkları cam tavan kavramına bir gönderme yapan Şükriye, camdan yapılmış bir çerçeveyi adeta kırıyor ve içinden çıkan çiçekleri ve çiçek formundan kelebeğe evrilen imgeleri özgür bırakıyor. Bu imgelerin hepsinin “okyanusun derinliği ve gökyüzünün sonsuzluğundaki maviliğe sahip” olduğunu belirtiyor. Gençlerin karşılaştıkları sorunlara karşı bir duruş olarak okuyabilecekleri bu eser mavi rengiyle de değişime olan umudu çağrıştırıyor. Soyer’in diğer yerleştirmesi “Post Tenebras Lux” toprağa bağlı hayattan kopmuş ve bir trafik ikaz lambasına sıkışmış iki gözün leyleklerin her bahar gelmesini bekleme halini görüyoruz. Şükriye izleyiciyi “Peki ya ağaçlarımız çiçek açmaz, tek bir ağaç kalmazsa?” sorusuyla bırakıyor. İki gözün bakışlarındaki umuda endişe de eşlik ediyor.
Geniş ve karanlık bir boşluktan ışığa doğru yürüyen bir insan figürünü gördüğümüz ismi olmayan eserinde, Zeynep Tatlıdil sol kısmında siyah ve lacivert renklerin öne çıktığı yağlı boya resmini sağ kısımda bembeyaz bir ışıkla tamamlıyor. Zorlu zamanlardan geçen gençler için kaostan ve karanlıktan çıkmanın yolu her ne olursa olsun yürümeye devam etme gücü ve adına “çıkış” veya “ışık” denilebilecek yerde kendi öz benliğiyle karşılaşmanın neşesine duyulan inanç yatıyor.
Farklı saç ve ten rengine sahip dört kadının birbirlerinin yüzlerini ve boyunlarını zarif elleriyle sarmalamalarını gördüğümüz Sude Nur Küp’ün “Yeniden Doğup Gelsem” isimli eseri Şebnem Ferah’ın şarkısına bir atıfta bulunuyor. Umut dolu bir resim var karşımızda ve Ferah’ın da dediği gibi genç kadınların şefkatle, yumuşaklıkla yürüyebilecekleri bir yol var önlerinde, çünkü “Hayâlimiz var, ümidimiz çok, sebebimiz var, dönüşümüz yok”. Yan yana duran kadınlar farklı yönlere de baksalar birbirlerini bırakmıyor bu resimdeki kompozisyonda.
Çağrıya kulak vermek
Lise ve üniversite öğrencilerinin birbirlerine açtıkları kucaklayıcı alan “Gençler de Var!”ın sesini büyütmüş. Ortaya çıkan eserlerin her birinin ismine tekrar baktığınızda hiçbir sosyolojik araştırmada karşılaşamayacağınız derinlikte ve sahicilikte bir paylaşım ve talep var. Bu sergi gençlerin çağrılarını kendi seçtikleri dil ve yöntemlerle yakalayabildikleri bir ortamı yaratıyor. Sergi kitapçığı genç sanatçıların sadece ürettikleri eserleri değil, yaratıcı bir yöntem kullanarak karekodlara sığdırdıkları sesli betimlemelerini de içeriyor. Bildiğimiz tüm doğruların elimizden kayıp gittiği bir gerçeklik içerisinde yetişkinlerin “bilirkişi” rollerinden sıyrılıp gençlerden neler duyabileceklerine ve öğrenebileceklerine odaklanma zamanının çoktan geldiğini gösteriyor bu eserler. Doğanın evimiz olmaktan çıktığı, şehirlerin koruyucu ve kapsayıcı özelliklerini kaybettiği, eğitim sistemimizin çocukları ve gençleri değişen dünyaya hazırlamak konusunda tedavülden kalkmış yöntemlerde ısrar ettiği bir çağda gençlerin taleplerine yüzümüzü, kulaklarımızı ve en önemlisi kalbimizi çevirmenin en anlamlı hareket olacağını düşündürdü bu sergi bana.
Talebeyiz Biz oluşumunda ve sergilerinde emeği geçen herkese içten sevgiler.
Aylin Vartanyan Dilaver
Eğitimci / Dışavurumcu Sanat Uygulayıcısı
Comments